İLKELİ DURUŞ VE STRATEJİK SAPMA EKSENİNDE TÜRK LİDERLİĞİNİN FİLİSTİN POLİTİKASI ANALİZİ
Bu analizin merkezinde, Türk devlet aklının Siyonizm ve Filistin meselesine yaklaşımının, romantik veya ideolojik dürtülerden çok, rasyonel bir ulusal çıkar hesaplamasına dayandığı tezi yer almaktadır. Sultan II. Abdülhamid'in Siyonistlerin cazip mali tekliflerini reddetmesi, İttihat ve Terakki'nin ekonomik modernleşme arzusu ile siyasi parçalanma korkusu arasında gidip gelmesi, Atatürk'ün mutlak egemenlik ilkesi çerçevesinde konuya mesafeli duruşu ve nihayetinde İnönü döneminde İsrail'in tanınması, görünüşte farklı politikalar gibi dursa da, aslında aynı eksen etrafında dönen, değişen tehdit algılarına verilmiş stratejik yanıtlardır. Bu çalışma, bu evrimi tarihsel kanıtlar ışığında inceleyerek, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türk dış politikasının temelindeki süreklilik ve değişimi ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Bölüm I: Osmanlı Mirası: İmparatorluk Politikası ve Siyonist Meydan Okuma (1896-1918)Siyasi Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl, 1896'dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu mali sıkıntılardan faydalanarak Filistin'de bir Yahudi yerleşimi ve özerkliği için bir berat (imtiyaz) elde etme girişimlerine başladı. Herzl'in projesi, Osmanlı'nın Avrupa devletlerine olan dış borçlarının Yahudi sermayesi tarafından ödenmesi ve Avrupa basınında padişah lehine propaganda yapılması gibi cazip teklifler içeriyordu. Bu amaçla İstanbul'a gelen Herzl, Polonyalı diplomat Philip Newlinsky ve Macar şarkiyatçı Arminius Vambery gibi aracılar kullanarak Sultan'ın huzuruna çıkmaya ve siyasi projesini doğrudan sunmaya çalıştı. Ancak, bu girişimler Sultan tarafından "kesin bir dille" reddedildi ve Herzl'in siyasi özerklik talepleri hiçbir zaman kabul görmedi
Sultan II. Abdülhamid'in bu konudaki tavrı, imparatorluğun toprak bütünlüğünü koruma ilkesine dayanıyordu. O, Filistin topraklarını şahsi mülkü olarak değil, millete ait, pazarlık konusu yapılamayacak bir vatan parçası olarak görüyordu. Bu duruş, imparatorluğun içinde bulunduğu ağır mali krize rağmen sergilenmiştir. Herzl'in Osmanlı borçlarını kapatma teklifi, o dönem için muazzam bir mali rahatlama anlamına gelmesine rağmen, Sultan için egemenlik ve toprak bütünlüğü, kısa vadeli finansal kazançlardan çok daha öncelikliydi. Bu durum, Abdülhamid'in karar alma mekanizmasında, devletin bekasının her türlü maddi menfaatin üzerinde tutulduğunu göstermektedir. Bu ilke, kendisinden sonraki Türk liderlerinin de Siyonizm'e yaklaşımında temel bir referans noktası olmuştur. Siyasi reddin yanı sıra, Abdülhamid yönetimi Filistin'e Yahudi göçünü ve Yahudilerin toprak satın almasını kontrol altında tutmak için "Kırmızı Tezkere" gibi idari tedbirler de uygulamıştır. Bu önlemler göçü tamamen durduramasa da Siyonistlerin arzuladığı oranda bir nüfus yığılmasını engellemiştir
Jön Türkler İktidarda: Pragmatizm, Ekonomi ve Artan Endişe (1908-1914)1908 Jön Türk Devrimi ile iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), II. Abdülhamid'in katı politikalarından farklı, daha pragmatik bir yaklaşım benimsedi. İttihatçılar, başlangıçta Yahudi sermayesini ve yerleşimcileri, imparatorluğun ekonomik olarak yeniden canlandırılması için bir araç olarak gördüler. Bu düşünceyle, Abdülhamid döneminin bazı kısıtlamalarını gevşettiler; "Kırmızı Tezkere" uygulamasına son verildi ve Yahudilerin toprak satın almasına serbestlik tanındı. Bu politika değişikliği, 1908 ile 1914 arasında Filistin'deki Yahudi nüfusunda gözle görülür bir artışa yol açtı.
Ancak İttihat ve Terakki'nin bu ekonomik pragmatizmi, kısa sürede siyasi endişelerle dengelendi. İTC liderleri, Filistin'de yoğunlaşan Yahudi nüfusunun ve Siyonist örgütlenmelerin, bölgedeki Arap milliyetçiliğini körükleyerek imparatorluk için yeni bir ayrılıkçı cephe yaratmasından derin bir endişe duymaya başladılar. İttihatçıların amacı, Yahudilerin bir Osmanlı unsuru olarak imparatorluğa entegre edilmesi ve ekonomik kalkınmaya katkı sağlamasıydı; Filistin'de özerk bir koloni kurulması değildi. Bu nedenle, Yahudi göçmenleri Filistin yerine Makedonya veya Mezopotamya gibi bölgelere yerleştirerek nüfuzlarını dağıtmayı düşündüler, fakat bu fikir Siyonist liderler tarafından kabul görmedi. Bu durum, İttihat ve Terakki'nin içinde bulunduğu temel bir ikilemi ortaya koymaktadır: bir yanda imparatorluğu modernleştirmek için yabancı sermaye ve topluluklardan faydalanma arzusu, diğer yanda ise bu toplulukların ayrılıkçı siyasi hedeflerinin devletin varlığını tehdit etmesi korkusu. Bu, ekonomik gelişme ile siyasi parçalanma arasındaki gerilimin, İTC'nin Siyonizm politikasını şekillendiren ana dinamik olduğunu göstermektedir.
Büyük Savaş ve "Üç Paşalar": Savaş Tehdidine Karşı Farklı YaklaşımlarBirinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte, İttihat ve Terakki yönetiminin Siyonizm'e yönelik kuşkucu tavrı, yerini aktif bir güvenlik politikasına bıraktı. "Üç Paşalar" olarak bilinen Talat, Enver ve Cemal Paşaların liderliğindeki savaş kabinesi, Siyonizm'i potansiyel bir iç tehdit ve düşman işbirlikçisi olarak değerlendirdi. Ancak bu ortak tehdit algısına karşı geliştirilen yöntemler, liderlerin bulundukları konumlara göre farklılık gösteriyordu.
Talat Paşa'nın Diplomatik Kontrol Politikası: Sadrazam Talat Paşa, meselenin diplomatik boyutunu yönetti. Özellikle Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya'daki Siyonist temsilcilerle yaptığı görüşmelerde, tutarlı bir çizgi izledi. Yahudilerin Osmanlı vatandaşı olarak tam kültürel ve dini özgürlüklere sahip olabileceklerini, ancak egemenliği zedeleyecek "milli bir Yahudi yurdu" kurulmasına asla izin verilmeyeceğini net bir şekilde ifade etti. Talat Paşa, İngilizlerin 1917'de yayımladığı Balfour Deklarasyonu'nu, savaş koşullarında Yahudilerin sempatisini kazanmaya yönelik boş bir vaat ve bir "hata" olarak nitelendirdi. Onun stratejisi, Siyonistleri ve müttefiklerini tamamen karşıya almadan, diplomatik kanalları açık tutarak zaman kazanmak ve egemenlik konusundaki temel ilkeden asla taviz vermemekti. Bu oyalama taktiği, savaşın sonuna kadar Siyonistlerin siyasi taleplerinin somut bir kazanım elde etmesini engelledi.
Cemal Paşa'nın Sahadaki Sert Duruşu: Suriye ve Filistin'deki 4. Ordu Komutanı olan Cemal Paşa, Siyonizm'e askeri bir perspektiften yaklaştı. Siyonist hareketi, cephe gerisi güvenliği için "cidden bir afet" ve "ihtilalci bir teşkilat" olarak görüyordu. Sahadaki casusluk faaliyetleri (NİLİ örgütü gibi) ve bir İtilaf çıkarması olasılığı, onun endişelerini haklı çıkarıyordu. Bu nedenle, İstanbul'a Siyonizm'le mücadele için sert kanunlar çıkarılmasını teklif etti. Bu teklifler, Yahudi göçünün ve toprak satışının yasaklanmasını, Siyonist derneklerin kapatılmasını ve yabancı uyruklu aktivistlerin sınır dışı edilmesini içeriyordu. Cemal Paşa, bazı Siyonist liderleri sürgüne göndermiş ve savaşın gerektirdiği askeri zorunluluklar nedeniyle Yafa ve Gazze gibi sahil şeridindeki sivil halkı (Araplar, Yahudiler ve Hristiyanlar dahil) tahliye etmiştir.
Enver Paşa ve Merkezi Hükümetin Önceliği: Harbiye Nazırı Enver Paşa, savaş kabinesinin en etkili figürü olarak, devletin bekasını her şeyin üzerinde tutan genel stratejinin mimarlarındandı. Talat Paşa'nın diplomatik manevraları ile Cemal Paşa'nın sahadaki sert güvenlik önlemleri, birbiriyle çelişen değil, birbirini tamamlayan politikalardı. Bunlar, devletin topyekûn bir savaşta hayatta kalma mücadelesinin iki farklı yüzünü temsil ediyordu. Merkezi hükümet (Talat ve Enver), uluslararası kamuoyunu ve müttefikleri yönetmeye çalışırken, sahadaki komutan (Cemal), askeri güvenliği sağlamakla görevliydi. Her iki yaklaşım da aynı nihai amaca hizmet ediyordu: Osmanlı'nın Filistin üzerindeki kontrolünü savaş sonuna kadar sürdürmek
Son Padişah: Vahdettin ve Osmanlı Filistini'nin Fiili KaybıSultan VI. Mehmed Vahdettin tahta çıktığında, Osmanlı'nın Filistin üzerindeki hakimiyeti zaten sona ermişti. İngiliz kuvvetleri bölgeyi işgal etmiş ve 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı'nın bölgedeki egemenliği fiilen bitmişti. Bu tarihten sonra İtilaf Devletleri'nin işgali altındaki İstanbul'da bulunan Padişah'ın Filistin politikası üzerinde herhangi bir etkide bulunma imkânı kalmamıştı. Mesele, artık Anadolu'da başlayan Milli Mücadele'nin ve yeni kurulacak devletin gündemine devredilmişti
Bölüm II: Atatürk Dönemi Cumhuriyet: Ulusal Egemenlik ve İlkeli Duruş (1923-1938)Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikası, Osmanlı'nın son döneminde yaşanan travmatik tecrübeler üzerine inşa edilmiştir. Bu politikanın temel taşları; Misak-ı Milli sınırları içinde tam bağımsızlık, ulusal egemenliğin mutlak surette korunması, başka devletlerin iç işlerine karışmama ve "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesiydi. Bu çerçeve, genç Cumhuriyet'in tüm uluslararası meselelere yaklaşımını belirlemiştir. Bu dönemde Filistin, Milletler Cemiyeti tarafından Britanya mandasına verilmiş uluslararası bir sorundu. Atatürk yönetiminin önceliği ise Musul ve Hatay gibi doğrudan Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ilgilendiren meseleler ile içeride inkılapları ve kalkınmayı pekiştirmekti. Dolayısıyla, Türkiye'nin doğrudan bir parçası olmayan ve bir büyük gücün kontrolündeki Filistin meselesi, Ankara'nın dış politikasının merkezinde yer almadı. Bu, bir ilgisizlikten çok, büyük güçlerin oyun sahası haline gelmiş bir bölgede, yeni ve kırılgan bir devleti gereksiz maceralardan korumayı amaçlayan bir duruştu
Siyasi Bir Miti Yıkmak: 1937 Tarihli "Filistin'e El Sürülemez" SöylemiSon yıllarda, özellikle siyasi tartışmalarda, Atatürk'e atfedilen ve onun Siyonizm'e ve Filistin'de bir Yahudi devleti kurulmasına şiddetle karşı çıktığını iddia eden bazı sözler yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu iddiaların en bilineni, Atatürk'ün 1937 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) yaptığı bir konuşmada "Filistin'e el sürülemez" dediği ve "kutsal toprakların" Yahudilerin nüfuzuna girmesine engel olacağını söylediği yönündedir. Ancak bu iddialar, tarihsel kanıtlarla ve birincil kaynaklarla uyuşmamaktadır.
Bu iddianın kökeni, titiz bir incelemeyle 27 Temmuz 1937 tarihli Hindistan'da yayımlanan "The Bombay Chronicle" adlı bir gazeteye kadar takip edilebilmektedir. Bu gazete, haberini o dönemde artık yayımlanmayan "Hakimiyeti Milliye" gazetesine dayandırmıştır; oysa bu gazetenin adı 1934'te "Ulus" olarak değiştirilmişti. Bu ilk tutarsızlığın ötesinde, asıl kanıt Atatürk'ün kendi konuşma metinleridir. Atatürk'ün 1 Kasım 1936, 1 Kasım 1937 ve 1 Kasım 1938 tarihlerindeki TBMM açılış konuşmalarının tam metinleri incelendiğinde, bu konuşmaların tamamen Türkiye'nin iç meselelerine odaklandığı görülmektedir. Bu metinlerde tarım, sanayi, ekonomi, demiryolları, Türk Dil ve Tarih Kurumları, ordu ve Hatay meselesi gibi konular detaylıca ele alınırken; Filistin, Siyonizm, Yahudiler veya "kutsal topraklar" hakkında tek bir kelime dahi geçmemektedir. Ayrıca, söz konusu iddianın ortaya atıldığı 1937 yazında TBMM tatildeydi ve Atatürk Ankara'da değil, İstanbul'daydı.
Bu durum, söz konusu ifadelerin Atatürk'e ait olmadığını, sonradan üretilmiş uydurma sözler olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu mitin yaratılması ve ısrarla sürdürülmesi, tarihsel bir hatadan ziyade siyasi bir olgudur. Atatürk'ün Türk siyasi kültüründeki ezici meşruiyetini ve otoritesini, güncel bir dış politika meselesinde belirli bir tutumu meşrulaştırmak için kullanma arzusunu yansıtmaktadır. Bir siyasi pozisyonu "Atatürk de böyle düşünüyordu" diyerek sunmak, o pozisyonu tartışılmaz kılma çabasının bir ürünüdür.
Mason Localarının Kapatılması: Milli Egemenliğin Cesur BeyanıÖte yandan Atatürk'ün ilkeli ve tavizsiz milli egemenlik anlayışının en somut ve cesur örneklerinden biri, 10 Ekim 1935'te Türkiye'deki tüm Mason Localarının kapatılması ve mal varlıklarının Halkevleri'ne devredilmesi kararıdır. Bu karar, Atatürk'ün Siyonizm'e veya herhangi bir dış güce bağlı olarak algıladığı yapılara karşı gösterdiği milli hassasiyetin bir yansımasıdır. Kararın arkasındaki temel motivasyon, Masonluğun uluslararası bağları olan ve "kökü dışarıda bir Yahudi tarikatı" olarak görülmesidir.
Bu karar, Atatürk'ün anti-emperyalist mücadelesinin iç politikadaki bir uzantısı olarak okunmalıdır. Yabancı orduları ülkeden çıkaran bir liderin, şimdi de yabancı ideolojik ve örgütsel bağları olan yapıları tasfiye etmesi, kendi siyasi mantığı içinde tutarlıdır. Mesele, Türkiye sınırları içindeki tüm kurumların sadece Türk kanunlarına ve Türk milletinin iradesine tabi olmasını sağlamaktı. Bu eylem, Atatürk'ün Filistin meselesine doğrudan müdahil olmamasının bir acizlik veya ilgisizlik değil, enerjisini ve hassasiyetini öncelikli olarak Türkiye'nin tam bağımsızlığını içeriden ve dışarıdan gelebilecek her türlü tehdide karşı korumaya odaklayan ilkeli bir stratejinin parçası olduğunu göstermektedir.
Bölüm III: Atatürk Sonrası Paradigma Değişimi: Cesur İlkelerden İhtiyatlı Gerçekçiliğe (1938-1950)Atatürk'ün 1938'deki vefatının ardından Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü'nün dış politika tarzı, Atatürk'ün cesur ve proaktif karakterinden farklı olarak, "ihtiyat esasına dayalı" bir yapı sergilemekteydi. Bu ihtiyatlılık, savaş sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninin baskıları altında, Türkiye'nin dış politikasında Atatürk döneminin ilkelerinden önemli bir sapmaya yol açacaktı. Bu değişim, dini ve milli hassasiyetleri yüksek, bağımsızlıkçı bir duruştan, "başımıza iş açmayalım" endişesiyle Batı'ya entegre olmayı önceleyen, korkak bir politikaya evrildi.
Yeni Bir Dünya Düzeni: Sovyet Tehdidi ve Batı'ya Sığınma1945 sonrası dönem, Türkiye için bir beka krizini beraberinde getirdi. Savaşın galiplerinden olan Sovyetler Birliği, Türkiye üzerinde ağır bir baskı kurmaya başladı. Stalin yönetiminin Boğazlar'da askeri üs talebi ve Doğu Anadolu'dan Kars ve Ardahan'ı istemesi, Ankara tarafından varoluşsal bir tehdit olarak algılandı. Bu durum, Türkiye'yi tek başına karşı koyamayacağı bir süper güç tehdidiyle yüz yüze bıraktı.
Türkiye'nin bu tehdide yanıtı, Atatürk'ün "tam bağımsızlık" ilkesinden farklı olarak, Batı bloğuna sığınmak oldu. 1947'de ilan edilen Truman Doktrini ve ardından gelen Marshall Planı, Türkiye'ye Sovyet baskısına karşı direnebilmesi için gerekli askeri ve ekonomik yardımı sağladı. Ancak bu yardım, Türkiye'nin güvenlik ve dış politikasını Batı'ya, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri'ne sıkı sıkıya bağlayan bir sürecin başlangıcıydı. Türkiye'nin ulusal güvenliği artık Batı ittifakı içinde tanımlanıyordu ve bu yeni gerçeklik, Ortadoğu politikasında da köklü bir değişimi zorunlu kılacaktı. Bu, Atatürk'ün "kökü dışarıda" olarak gördüğü her türlü etkiye karşı sergilediği tavizsiz duruşun yerini, hayatta kalma güdüsüyle bir dış gücün himayesine girme politikasının aldığı bir kırılma anıydı. İnönü’nün Kurtuluş Savaşı başlangıcındaki ABD mandası eğilimi yeniden canlanmıştı.
Tanımaya Giden Yol (1947-1949): Bir Paradigma DeğişimiTürkiye'nin Filistin meselesindeki tutumu, bu yeni jeopolitik ortamda hızla değişti. Bu değişim, Atatürk döneminin ilkeli duruşundan, İnönü döneminin ihtiyatlı ve Batı'ya bağımlı gerçekçiliğine geçişi simgeleyen bir dizi kilit olayın tetiklediği pragmatik bir süreçti. İlk iş olarak Atatürk'ün kapattığı Masonlar Locası'nın yeniden açılarak mal varlıklarının iadesi gerçekleştirildi:
1. Başlangıçtaki Karşı Duruş: Türkiye, 1947'de Birleşmiş Milletler'in Filistin'i paylaşım planına Arap devletleriyle birlikte karşı oy kullandı. Bu tutum, sınırların değiştirilmesine karşı olan geleneksel politikası ve güney komşularıyla ilişkileri bozmak istememesiyle uyumluydu.
2. Güvenlik Önceliği ve Batı'ya Entegrasyon: Ancak Sovyet tehdidi karşısında Batı güvenlik şemsiyesine girme (nihai hedef NATO üyeliği) zorunluluğu, diğer tüm dış politika mülahazalarını ikinci plana itti. ABD ile uyumlu bir politika izlemek, en üst düzey ulusal çıkar haline geldi. Bu durum, Türkiye'nin laik ve Batılı bir ülke olduğunu ispatlama, Arap ve İslam dünyasıyla olan dini bağlarını geri plana atarak Batı'nın gazabını üzerine çekmeme arzusunu da yansıtıyordu.
3. Diplomatik Baskı ve Lobi Faaliyetleri: Washington'daki etkili Yahudi lobisinin, Türkiye'ye yapılacak Amerikan yardımları üzerinde bir faktör olabileceği, Türk diplomatlarına iletildi. İsrail'e yönelik hasmane bir tutumun, bu hayati desteği riske atabileceği endişesi Ankara'da ağırlık kazandı.
4. İsrail'in "Vakıa" Haline Gelmesi: 14 Mayıs 1948'de İsrail'in bağımsızlığını ilan etmesi ve başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke tarafından tanınması, durumu değiştirdi. Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak'ın ifadesiyle "İsrail devleti bir vakıadır" ve Türkiye'nin bu yeni gerçekliği görmezden gelmesi, onu yeni müttefiklerinden izole edecekti.
5. Sovyet Uydu Devleti Korkusunun Giderilmesi: Türkiye'nin başlangıçtaki endişelerinden biri, yeni kurulacak İsrail devletinin bir Sovyet uydusu olabileceğiydi. Ancak İsrail'de Ocak 1949'da yapılan ilk seçimlerin Sovyet yanlısı bir hükümetle sonuçlanmaması, bu korkuyu büyük ölçüde giderdi ve Türkiye'nin İsrail'e daha ılımlı yaklaşmasının önünü açtı.
Bu süreç, Türkiye'nin dış politika önceliklerinde net bir hiyerarşiyi ortaya koymaktadır. Bir süper güçten (SSCB) gelen varoluşsal tehdit ve diğer bir süper güçle (ABD) ittifak kurma stratejik zorunluluğu, Türkiye'nin sadece nilli egemenlik hassasiyetini değil, daha önceki bölgesel politikasını da (Arap dünyasıyla uyum) tamamen gölgede bırakmıştır.
1949 Kararı: İlkelerden Sapma
Türkiye, 28 Mart 1949'da Bakanlar Kurulu kararıyla İsrail Devleti'ni resmen tanıdı. Bu, Dışişleri Bakanı Sadak'ın ABD ziyaretinden hemen önce alınmış, zamanlaması dikkatle ayarlanmış bir karardı ve Türkiye'nin Atlantik Paktı'na (NATO) dahil olma arzusunu pekiştirmeyi amaçlıyordu.
Bu karar, Atatürk döneminin tavizsiz bağımsızlık ve milli egemenlik ilkelerinden, Soğuk Savaş'ın sert ve iki kutuplu ortamında ulusal çıkarın ihtiyatlı ve Batı'ya bağımlı bir şekilde yeniden tanımlanmasına doğru açık bir sapmaydı. Cumhurbaşkanı İnönü, 1 Kasım 1949'daki TBMM konuşmasında diplomatik ilişkilerin kurulduğunu ilan ederken, İsrail'in "Yakın Doğu'da bir barış ve istikrar unsuru olacağını ümid ediyoruz" diyerek kararı meşrulaştırdı. Bunun ne kadar yanlış bir öngörü olduğu çok geçmeden ortaya çıkacaktı.
Sonuç: Cesur Bağımsızlıktan İhtiyatlı İttifaka—Bir Eksen KaymasıBu raporun ortaya koyduğu tarihsel analiz, Türk liderliğinin Siyonizm ve Filistin meselesine yönelik politikasının, devletin bekası ve güvenliğinin sağlanması gibi ortak bir paydada buluşsa da, bu hedefe ulaşmada izlenen yolların ve temel alınan ilkelerin liderden lidere köklü bir şekilde farklılaştığını göstermektedir. Bu, basit bir strateji değişikliğinden çok, bir karakter ve paradigma farkıdır.
· Sultan II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki için tehdit, imparatorluğun toprak bütünlüğünün parçalanmasıydı. Politikaları, bu tehdidi diplomatik, idari ve askeri yollarla savuşturmaya odaklandı
· Mustafa Kemal Atatürk için temel ilke, Misak-ı Milli sınırları içinde tam bağımsız ve mutlak egemen bir ulus-devlet meydana getirmekti. Tehdit, her türlü dış etki ve "kökü dışarıda" olan ulus-ötesi bağlılıktı. Politikası, cesur ve ilkeli bir duruşla, Türkiye'yi büyük güçlerin bölgesel oyunlarından uzak tutmak ve Mason locaları örneğinde olduğu gibi, milli egemenliği zedeleyebilecek her türlü iç ve dış yapıyı tavizsiz bir şekilde ortadan kaldırmaktı. Onun duruşu, milli ve dini hassasiyetleri gözeten, proaktif bir bağımsızlık savunmasıydı.
· İsmet İnönü yönetimi için ise tehdit, Soğuk Savaş'ın başlangıcındaki ezici Sovyet baskısıydı. Bu varoluşsal tehdit karşısında politika, Atatürk'ün cesur bağımsızlık ilkesinden saparak, devletin bekasını ihtiyatlı bir şekilde Batı ittifakına entegre olarak güvence altına almaktı. İsrail'in tanınması, bu yeni, çekingen ve reaktif politikanın, yani "başımıza iş açmayalım" endişesiyle Batı'ya sığınma stratejisinin kaçınılmaz bir sonucuydu. Ve tabi bugünlerde asıl ‘başımıza iş alma’nın da başlangıcı.
Sonuç olarak, Türkiye'nin Siyonizm ve İsrail'e yönelik tutumundaki değişim, sadece reelpolitik bir gerekliliğin değil, aynı zamanda bir liderlik ve vizyon farkının da ürünüdür. Atatürk'ün temsil ettiği ilkeli ve cesur anti-emperyalist duruş, onun vefatının ardından yerini, İnönü döneminin ihtiyatlı, Batı'ya bağımlı ve pragmatik gerçekçiliğine bırakmıştır. Politika, sabit bir eksende evrilmekten çok, bir eksen kayması yaşamıştır. Bu eksen kaymasının uzun yıllar normalleştirilmiş olması, son 20 yıldaki yaklaşımın da sanki kuruluş ilkelerine karşıtlık olarak algılanmasına sebep olmuştur. Kuruluş anayasasının ruhuna dönüşün tartışıldığı bu günlerde kuruluş ilke ve dış politikalarına dönüş de elbette tartışılacaktır.